0 yorum 6 Haziran 2009 Cumartesi

bugün katil zanlısı olduğu münevver karabulut cinayeti'nin üzerinden 95 gün geçmiş bulunmakta.

kendisi bugüne kadar yaşadığı hayatını hiçe sayıp yeni br hayata başlamak zorunda olacak, veya başladı, eğer ki yakalanamazsa. ki yakalanırsa da durum değişmeyecek, sadece hayat kelimesinin karşılığı daha karanlık, daha korkutucu olacak onun için. ama her şekilde sefil bir hayat sürecek, sürmek durumunda. yüz nakli yaptırıp türkiye'ye de dönse, ismini cismini değiştirip antigua'ya da yerleşse, dünyanın en zengin ailesine de sahip olsa sefaletini gizleyemeyecek.

özgürlüğünden hayatının sonuna dek vazgeçmiş bir zavallı olacak, aynı zamanda bilinçli veya bilinçsiz yaratılmış bir infialin bir numaralı kahramanı. google'a ismini girdiğinde karşılaştığı manzara, türkiye sınırları içerisinde kamuya açık bir yerde farkedildiğinde olacakların yanında bir hiç. hayat boyu ensesinde rahatsız edici bir nefesle yaşayacak olmaktan büyük sefalet ne olabilir !

özgürlük sefili, 18 yaşında bir çocuğun durumuna üzülmek gerekir, ama içinde bulunduğumuz şartlar dolayısıyla vicdanımız el vermiyor onun durumuna üzülmeye, çünkü öncelikler var, bir cinayet var. cinayetin korkunçluğunu bir kenara bırakıp olayı maddesel değerlendirirsek, cinayetten de önemli başka bir nokta var sosyolojik açıdan ; muktedirlerin sahip olduğu ayrıcalıklara isyan etmek zorunluluğunu hisseden bilinçli insanların kendilerini bu olayla özdeşleştirmesi var. insanların olaylarda kendini bulması, empati kurabilmesi, anlayışın en yüksek derecede olmasını sağlar, ve türkiye'de başta devlet olmak üzere muktedirlerin ezici bencilliği altında kıvranan bir halk var. halkı temsil eden zavallı bir kızcağız, zengin bir oğlan tarafından öldürüldü ve devlet tarafından korunuyor imajı var. olayın korkunçluğu sanıldığı gibi zavallı münevver'in kafasının kesilmiş olmasında değil, devletin şartlar gerektiğinde eşitlik kavramının sınırlarını nerelere çekebileceğinde.

serbestiyetiyle asla satın alamayacağı özgürlüğe aç, vicdan muhasebesine kapalı bir hayat bekliyor cem garipoğlu'nu. çünkü adalet mülkün temeli olmasa bile, sefalet zulmün bedelidir.

2 yorum 2 Haziran 2009 Salı

bunca tepkiye, bunca eleştriye rağmen kendisine hayran insanların hepimizin gözlerinin içine baka baka "ne derseniz diyim münevver de suçlu"diyebildikleri, bunun için adına sosyal ağ denilen bir ortamda hakkında övgüler düzülen bir fenomendir.

bu kadar tepki karşılığında mazlum'u oynaması, mazlum rolü biçilmesi gayet doğaldır. biz 70 milyonluk halkın ciddi bir kısmı utanmadan da kendisine psikolojik işkence yapmaktayız. babasının gözaltında olmaması yetmiyormuş gibi ailesinin ve hatta ailesinin sahibi olduğu burgaz rakı'nın da hesaplarına bloke konulmasını talep ederek dünyanın en vahşi işkencecileri haline geliyoruz. o kadar gaddarız ki; şehrin patronları muammer güler ve celallettin cerrrah beyler önce aileyi, sonra da bizi sakin olmaya davet ediyorlar.

oysa sorunumuzun sadece cem garipoğlu ile olmadığını kimse anlamıyor. neden cem garipoğlu'nu önemseyelim ki(!) ilk boğaz kesen cani cem garipoğlu değil ki(!) daha bugün 38 yaşında bir adam kendi ailesinden 8 kişinin de kafasına kurşun sıkarak bir aileyi yok ederken biz neden cem garipoğlu üzerinde yoğunlaşalım ki?

ağrı'da ailesinin baskısından kaçıp polise sığınan kadın ailesine teslim edildikten sonra vucudu delik deşik edilmiş, kulağı kesilmiş halde çöpten daha geçen hafta çıkarıldı ama biz hala cem garipoğlu'nu tartışıyoruz.

adapazarında 10 gün önce boşanmak istediği kocasıyla buluşan bir kadın gönül yarası misali delik deşik edilirken biz niye hala cem garioğlu'nu tartışırız?

mardin'de adına kiminin cehalet, kiminin töre, kiminin de para hırsı dediği katliamı bile bir ay gibi kısa bir sürede unuttuk ama cem garipoğlu'nu neden unutmuyoruz?

yeni adanalar, yeni mardinler, yeni ağrılar, yeni gönül yaraları, yeni töre cinayetleri, yeni tecavüzler, tacizler olmaması için cem garipoğlu'nun yakalanmasını ve sadece cem garipoğlu değil tüm sorumluların halk nezdinde yargılanmasını istiyoruz.

cem garpoğlu zenginle fakir arasında, patronla işçi arasında, ezenle ezilen arasında ve en çok da faille meçhul arasında bir kazanan ikonudur artık. cem garipoğlu kazandığı sürece tüm insanlığın kaybedeceğini düşünüyoruz. hep ekonomik zenginlik arkasına saklanan siyasal ve diplomatik gücün kazandığı bu düzende cem garioğlu bir toplumsal ikondur. tüm adli, siyasi cinayetleri, tüm faili meçhulleri, tüm sömürü sistemini kendi içinde barındıran bir sistemdir.

ülkedeki asıl çeteleşmenin parayla adalet, parayla sağlık, parayla eğitim ve parayla güvenlik olduğunu gözlerimize baka baka bize öğreten bir öğretmendir cem garipoğlu. biz böyle bir eğitimi de, böyle bir siyasal-sosyal düzeni de istemediğimiz için önce cem garipoğlu'nun sonra da tüm pisliklerini bu yöntemle hasıraltı eden benzer dolandırıcıların, katillerin, serserilerin yakalanıp yargılanmasını istediğimizden cem garipoğlu'nu unutmayacağız.

unutmuyoruz çünkü unutmak affetmektir. unutmak yeni münevver'leri başka konteynırlardan toplamaktır. unutmak acıya ortak olmak değil acıya sebep olmaktır.

-ayı bal yapay-

0 yorum 25 Mayıs 2009 Pazartesi

başlığa tıkla.

(zimniirade)

0 yorum 24 Mayıs 2009 Pazar

münevver karabulut'un katil zanlısı olduğu iddiasıyla aranan biyolojik insana...


bir çocuk düşünün... minicik vücudu artık yeryüzüne geldiği an bambaşka bir dünya taşır sevenlerine. içinde bir insan büyümüş olan anne, hayatının her anını hiç düşünmeden ona adayacak olan bir baba. sonra yıllar geçer.. büyür o minik yürek. aşık olur. bambaşka bir dünya daha taşır kalbinin en içine... ardında bıraktığı yıllar çok da uzun değildir. ancak yaşanmışlıklarına yenisi eklenir.


her bir hücresini aşkla doldurduğu, gülümsediği bir yaşanmışlık. sevdikleri de olur o anda. canı yandığında koştuğu dostları, deli gibi güldüğü eğlendiği anlar, olaylar, varoluşlar... ve bir gün... vahşet gün yüzüne çıkar. nefret ete kemiğe bürünür. o gencecik beden bir pisliğin elinde sonsuzluğa gider. bedeni ağır yaralar almıştır. ölümün en ağır biçimiyle koparılır hayattan. öyle haindir ki kalleşlik, minicik bedeni alır yeryüzünden. yaşaması gereken onlarca güzelliği sonlandırarak. sonra kendi şerefsizliğini de ekler öldürme biçimine. o dünyalar güzeli küçük kadını çöpe atmayı uygun görür aşşağılık bünyesi.. ve karanlığa karışır ardından. yüreği kadar pislik dolu bir biçimde karanlığa karışır. bulunamaz o zamandan sonra.. sahip oldukları karanlık gibi üzerine çökmüş, saklamaktadır caniyi.


ve o küçük kadının sevenleri... ruhları acıyla yanan sevenleri. bir yandan bir daha asla göremeyecek oluşlarının acısı, diğer yandan aniden yok olan katil, ya da katillerin bulunamayışı..


bu nasıl bir vicdan ve insanlık ki bir canlıyı hayattan koparıp, ardından şerefsiz bir biçimde kaçmayı seçebilmektedir. bu nasıl bir vicdan ki haykırışlar çare olamamaktadır. bu nasıl bir vicdan ki katile yardım etmektedir. tanımadığım o küçük kadın için benim de vicdanım sızlıyor...


itüsözlük - ben öyle düşünmüyorum

2 yorum 22 Mayıs 2009 Cuma

http://www.bugun.com.tr/haber-detay/69829-munevver-karabulut-cinayetinde-sok-detay-haberi.aspx

dot.

0 yorum 17 Mayıs 2009 Pazar

Bir insanın hayatının sadece "örnek insan"sa değerli olduğunu görmemize vesile olmuştur. Bu kız bakire olmasaydı verilen tepkiler nasıl olurdu tahmin etmek bile istemiyorum. Münevver için üzülmek doğaldır; ama "o bir melekti" ne demek yahu? Bunun Celalettin Cerrah'ın demecinden ne farkı var? Bir fahişeyi öldürüp parçalara ayırsalardı kimsenin umrunda olmayacaktı demek; çünkü o bir melek değildi öyle mi? Kız 18 yaşında gencecik bir kız olmasa olay daha az trajik olabilirdi; ama kurbanın hayatı herkesinkinden daha az değerli olmazdı.

Burada durup "münevver kötü kız değildi." savunması yapmak bu insanların ekmeğine yağ sürmektir. Ailesinin kızla olan ilişkisinin cinayetin hala açıklığa kavuşmamasıyla uzaktan yakından ilişkisi yoktur. Bir insan toplumun onayladığı ya da onaylamadığı bir şey yapabilir; ancak bu herhangi birinin ona zarar verme hakkı olduğunu göstermez. Adalet sadece "melek"ler için değildir. O yüzden yarın biri çıkıp "Münevver kötü kızdı, herkesin arkasından konuşurdu, onu yapardı, bunu ederdi vıdı vıdı" dese zerre kadar umrumda olmaz; çünkü iğrenç olan şey cinayetin kendisidir ve kurbanın kişiliği ya da yaptıklarıyla alakası yoktur.

0 yorum 13 Mayıs 2009 Çarşamba


Öğrencisi olamadığım için kıskanç bir takipçisi olduğum Hacettepe Ünv. Felsefe Böl. Bşk. Kurtuluş Dinçer’den aldığım seminer derslerinden birinde bir ara sigara paketlerinin üzerindeki uyarılar tartışılmıştı. Kurtuluş hoca, “Sigara öldürür!” ve benzeri uyarıların biz ‘yaşayanlar’ için anlamlı olmayacağını, hiç kimsenin ‘ölüm’ü kendisine yakıştırmayacağını söylemişti. Yani sigarayı bize bıraktıracak ‘ölüm’ işaretine, aslında ölene kadar hayli uzağızdır; böyle hissederiz, buna meyilliyizdir. Kurtuluş hoca bu tip ‘uzak’ uyarılar yerine yaşamdan, gündelik pratik rutinimizden bir örnek vermenin daha doğru olacağını söylemişti: “Sigara içerseniz merdivenleri daha zor ve yavaş tırmanırsınız!” gibi. Çünkü merdiven tırmanmak her gün yaptığımız bir işti.

Spinoza ölümü yadsır: “Kederin bedeni kuşatması”. Bedeni ‘keder’ (yaşamı sağlayan sevincin zıttı) tarafından tamamıyla kuşatılmış hiç kimse olmadığı için (ve biz de bu aşamaya gelmediğimiz için) ölümün bilgisini edinemeyeceğimizi, bu yüzden ölümden bahsetmenin, yaşama dair meselelerde ölüme refere etmenin beyhudeliğinden söz etmişti. Ölüm hep dışarıda/diğerlerinde gözlediğimiz, ya anlatılar ya da direkt gözlemler sayesinde kanaat edindiğimiz bir mefhumdu ve ‘bir parça ölmeden’ getireceğimiz olası her türlü yargı sağlıksız olacaktı.

Ölümü basit bir doğal fenomen olmaktan çıkarıp insan/toplum ilişkilerinin zorunlu bir sonucu olarak gördüğümüz, yani ölümü kendi doğasından yalıtıp en alçakça ölme/öldürme vakalarını dahi meşrulaştırdığımız bir çağın insanlarıyız. Şiddetin ve şiddet sonucu ölümün çağımızda nasıl algılandığına dair korkutucu bir çalışma için siyaset felsefecisi John Keane’in Reflections On Violence adlı (Türkçeye Dost Yayınları tarafından ‘Şiddetin Uzun Yüzyılı’ başlığıyla çevrilen) kitabına bir göz atabilirsiniz. İletişim/ulaşım/bilişim teknolojilerinin, içine iki büyük dünya savaşı ve onlarca bölgesel iç savaş, kıyım, soykırım sığdıran kısacık “bir yüzyıl” içinde geldiği nokta itibarıyla dünyanın her noktasındaki şiddet sonucu bireysel/toplu ölümlerden her gün fazlasıyla haberdar oluyoruz. Irak’ta yahut Pakistan’da bir cami Cuma namazı esnasında havaya uçuruluyor ve 200 ölü gibi bir rakamla karşılaşıyoruz. İsrail ordusu Filistin’e beş yıllık aralıklarla ağır saldırılar yapıyor ve binlerce insanın evlerini terk ettiklerini, ya mermiler altında ya da yollarda perişan olup öldüklerini görüyoruz. Yepyeni bir şiddet çağının açılışını yapan ikiz kule saldırılarının ardından yangın yerine dönen Ortadoğu’da neredeyse her gün ya süregiden etnik iç savaşın ya da Amerikan uçaklarının ufak çapta bombardımanı sonucu onlarca sivilin hayatını kaybettiğini, kaybetmekte olduklarını öğreniyoruz. Daha geçtiğimiz günlerde Mardin’de 44 insan katledildi. Bu, basitçe töreyle açıklanabilecek bir katliam değildi, ne de diğerleri basit bir iç savaşla, basit bir siyasal ihtilafla açıklanabilecek katliamlardır; şiddet sonucu sivil ölümü sessiz ve ortak bir ‘olur’ almıştır. Medeniyet dediğimiz şey bunu dışlıyor değildir, bu bizzat medeniyetin kendisinde içkindir, John Keane şöyle söylüyor: “O kadar ki, acı bir ironiyle, günümüzde sivil toplumun dünya çapında çekici görünmesi durumunun (Batıya öykünmenin, O.Y.) metropolitan medeniliğin başvurduğu şiddetin piçi olduğunu söyleyebiliriz.”

Tüm bunlardan Münevver Karabulut cinayetine nasıl çıkacağım?

Şöyle; başta ölümü kendimize yakıştırmadığımızı, kendimizi ölümle ‘bir’ düşünmeye meyilli olmadığımızı söyledik; daha sonra ölümün bilgisinden “yaşıyor olmamız” hasebiyle her daim mahrum olmaya yazgılı olduğumuzu, ölümü diğerlerinde/dışarıda aradığımızı ekledik. Sonra da şiddetin, savaşın, şiddet sonucu kıyımın olağanlaştığı, her gün meydana geldiği ve bizim bunlar hakkında her gün haber alabildiğimiz, ölüm fikrinin içinde soluduğumuz bir çağı betimledik. Yani özetlersek: “Ölüm, diğerleridir.”

Şimdi böyle bir çerçeveden bakarsak, alelade bir üçüncü sınıf vakası gibi duran Münevver Karabulut cinayeti, ortalama bir televizyon izleyicisi için bu tip ölümlerin magazinel mahiyeti nedeniyle kolaylıkla görülüp ‘tüketilebilecek’ ve çok da üzerinde durulmayacak gelişigüzel bir cinayet haberidir. Zira her gün şiddet ve savaş sonucu yüzlerce insan hayatlarını kaybetmektedirler, bunları biliyoruz. Ama yapabilecek hiçbir şeyimizin olmayışı bizi bu ölümlere karşı tavır almaktan alıkoyuyordur, yani aslında bir sorumluluğumuz yoktur. Böylesi kitlesel ölümlerde yapabilecek hiçbir şeyimiz yokken, bir üçüncü sayfa cinayet haberini kovalamak hayli hayli anlamsızdır. Kaldı ki (tekrar ilk iki paragrafa gönderecek olursak) her nevi ölüm bize uzaktır; bir evde kafamızı kesip bizi çöp konteynırına atacak sevgililerimiz yoktur yahut her gün bombaların yağdığı bir coğrafyada yaşamıyoruzdur, iki uçağın girip yerle bir edeceği gökdelenlerde çalışmıyoruzdur vs… E ölenle de ölünmüyorsa, ne yapalım?

İşte bu ezber ‘yeni dünya’nın bize armağanıdır. Dünya çok kalabalık, hayat çok karışık, teknoloji baş döndürüyor, savaşlar yoğun ve kaçınılmaz, zaman çok hızlı akıp geçiyor ve bu korkunç olaylar yumağının ortasında bizi herhangi bir cinayetin tarafı yapacak denli eşkalimiz yok; miniciğiz ve yalnızca kendimizden sorumluyuz. Savaş edebiyatını konu edinen bir yazısında bu kabullenişi “I. Dünya Savaşı'nda yaralanan ve ömür boyu bir yatağın yalnızlığına terkedilen Fransız şair Joe Bousquet"den bir alıntıyla aktarıyor Ulus Baker: “Yaralarım benden önce de vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum”…

Cinayetin ve katliamın bu denli olağanlaştığı ve sessiz bir kabul gördüğü bir dünyaya direnmenin, ölümü kınamaktan ve sürekli ölüm üzerinden konuşmaktan önce gelen bir yolu var: Gidenin bıraktığı hüznü çoğaltmak. Ölen artık yoktur, çünkü ölüm bu dünyadan değil. O halde ölümün nedenini cinayet bahsinde değil, geriye kalan şeyde aramalı ve hüznü yerinde sonlandırmalıyız. Cem Garipoğlu’nu durduramazdık, Cem Garipoğlu gibi daha yüzlercesini de durduramayız. Bu cinayeti Benny’s Video filmindeki cinayete benzeten bir giri okumuştum İtüSözlük’te. Sanal şiddetle reel şiddet arasındaki açının alabildiğine daraldığı ve insanların reel vakaları sanal bir sorumluluktan öte sahiplenmedikleri üzerine fikirler işleyen yönetmen Michael Haneke’nin bir filmdir. Haneke ve ‘gündelik/nedensiz şiddet’ üzerine bir denemem için http://www.esmerbilgi.com/yazar_detay.php?id=34.

Velhasıl ölenin arkasında bıraktığı boşluğu dolduran hüzün, geriye kalan tek şeydir. Bu duygu halinin çoğalması, ortadaki adaletsizliğin kolektif bir öfkeye yakıt sağlamasından geçer inancındayım. Ölümü olumlayan ve buna kılıf uyduran “Ailesi de kızına sahip çıksaydı” sözü bu tip bir öfke imalatı için makul bir hedeftir. Burada akılda tutmamız gereken bir şey var; ölümün/cinayetin kendisinin münferit bir sebeple vuku bulduğu sürece önlenemeyecek bir doğada oluşları nedeniyle cinayeti kurcalamanın ve magazinelleştirmenin beyhude olduğunu görmeliyiz; ölüm konusunda yapılacak empatinin sınırları öyle çok geniş değildir ve açıkçası “acımız büyük” safsatası medeniyet parodisinin çirkin bir örneğidir. Bu yüzden ölümün arkasında bıraktığı hüznü, adaletsizlik düşüncesiyle karıştırıp öfkeye zerkederek muhatabımızı, yani ölümü olağanlaştıran ve ‘sivil’lerin tedbirsizliğine bağlayan egemen devlet zihniyetini yıkmaya çalışmak, aptal empati çabalarından çok daha yapısal sonuçlar verebilir.

Bu spesifik cinayet vakasına meseleyi bir üst başlığa taşımak suretiyle alınacak kolektif bir karşı-tavrın yollarını düşünmek lazım. Geriye kalan hüzünle boğulan birileri yaşıyorsa aramızda…


itüsözlük - maskeli bar taburesi
http://okyilmaz.blogspot.com