Münevver Karabulut vakasını, ilk haberdar olduğumda, bir video oyunuyla gerçeklik arasındaki açının iyice daraldığı bir zaman diliminde yaşanan, biçimi itirabiyle ‘hafif sıradışı’ bir ilişki cinayeti şeklinde yorumlamıştım. Hemen o günlerde kurulan Facebook grupları ve mail grupları yoluyla gelen metinlerde yer alan ifadelerin de, linç meselesini işleyen tez konum için iyi birer örnek teşkil edeceklerini düşünmüştüm. Ortada bir ilişki vardı, bir sebepten bozulmuştu ve o sebebin üzerine inşa edilen yeni bir sebeple de bu tip ‘brutal’ bir cinayet yaşanmıştı; kampüsün ortasında insanlara kurşun yağdırıp en sonunda kendisini öldüren öğrenciler, annesini babasını kardeşini bir cinnet sonrası kesen çocuklar yahut kredi kartı borçlarının neden olduğu ruh haliyle çocuklarını ateşe veren anne-babalar gibi, şiddetinin dozuna bir anlam verilemeyen, ‘nedensiz şiddet’ denip bir köşeye bırakılan alışılageldik vakalardan biriydi. Benim ilgimi çekense, katile yönelik linç, idam gibi isteklerdi. Münevver’in adına açılan Facebook grubunda örneğin, her üç mesajdan biri zanlıya, kurbanına uyguladığı türden ve dahi daha yüksek dozda işkence edilmesi, linçe uğraması, idam edilmesi gerektiği yönündeydi. Hatta polisin görevini üstlenerek, Cem Garipoğlu’nu arayıp bulmak için sivil arama grupları kurulması yönünde davetler bile vardı. “O herif Bayrampaşa’ya giremez, gördüğümüz yerde indiririz, Bayrampaşa’da bizi herkes bilir” şeklinde bir yorum okuduğumu hatırlıyorum. Velhasıl, bir medeniyet kaybının (yani mevzubahis cinayetin), bir diğer medeniyet kaybını (linç-infaz timleri) ne denli hızlı var edebildiğine dair oldukça iyi bir örnekti bu mesele.
Lakin aradan oldukça uzun bir zaman geçti ve katil zanlısından, üç beş söylentinin ve kaynağı belirsiz ihbarın dışında hiçbir haber alınabilmiş değil. Daha da kötüsü, delillerin ortadan kaldırıldığı yönünde ciddi endişeler mevcut. Anne babasının giysilerinde kurbanın kan izine rastlanması ama buna rağmen ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakılmaları, olay yerindeki kamera kayıtlarına ulaşılamaması, evde yapılan kapsamlı ‘kan’ temizliği vs. cinayetin organize işlendiği, belki planlandığı ama kesinlikle öncesi, sırası yahut sonrasında bir şekilde yardım alınarak gerçekleştirildiğine dair büyük kuşkular uyandırıyor. Zanlının zengin bir aileden geliyor oluşu, çift pasaport taşıması, amcasının bir içki firmasının sahibi olması gibi bir ‘backround’ da, “Münevver, Garipoğlu ailesiyle ilgili oldukça gizli bilgileri öğrenmişti” türünden akıl yürütmelere yol açarken, beri yandan zanlının hala bulunamamış olmasını da bir anlamda açıklıyordu.
Şimdi bunca veri üzerine bir de bilgi kirliliğini, kaynağı belirsiz malumat bombardımanını ve üçüncü sayfa haberlerine bayılan, bu tip korku öykülerine müptela tez canlıların hezeyanlarını da ekleyince okları emniyet güçlerine yöneltmek için yeterli nedeni sağlamış oluyoruz. Zira ortada henüz aydınlatılamamış korkunç bir cinayet var ve Karabulut ailesinin çaresiz bekleyişiyle empati kuran insanlar haklı olarak cinayetin kendisine ve arama sürecine dair tatmin/teselli edici açıklamalar bekliyorlar. Bu olmadığında meydan linççilere, gece kuşağı tv izleyicilerine ve komplo-teorisyenlere kalıyor. Yetkililer böylesi vicdani bir talebi karşılıksız bırakmanın ötesinde, “Ailesi de kızına sahip çıksaymış” şeklinde pişkince, arsızca, aymazca bir açıklama yapmaya karar gidebiliyorlar.
Kafalar karışmasın; evet cinayetler işlenir, evet zanlılar kaçar, evet bazen ustaca saklanırlar, hatta bazen pek çok cinayet işleyip de hiçbir zaman bulunamazlar (ör. Zodiac vakası); bizim sorunumuz Emniyet’in başarısızlığı değil, çünkü bu pekala katilin başarısı da olabilir. Bizim sorunumuz kamuyu koruma ve toplumda infial yaratan bu tip ‘ekstrem’ suçlar konusunda hem tarafları, hem de kamuoyunu rahatlatacak, onların vicdani taleplerini karşılayacak adımlar atmakla sorumlu bir kurumun bunu yapmaması ve meydanı yaygaracılara bırakması yetmiyormuş gibi, bir de ailelere ebeveynlik öğretmeye kalkması. Kendine saygısı olan, haklarından haberdar bütün toplumlarda, kamuya hizmet etmekle yükümlü bir yetkilinin bu nevi bir açıklaması kitlesel bir reflekse kınanır ve yetkili görevinden alınırdı. Bizim öncelikli sorunumuz bu olmalı. Çünkü bu patoloji, kendisini koruduğu ve sürekli yeniden ürettiği sürece, Münevver Karabulut cinayeti sonrası gerçekleşen rezaletler tekrarlanacaktır. Bu noktada cinayeti ‘aşmalı’.
Bir diğer ve büyük sorun, ‘güvenlik’ mefhumunun kendisidir. Israrla gündemde tutulması ve kurcalanması gereken konulardan birinin de emniyetin vazife ve salahiyetleri olduğuna inanıyorum. Bu alanda da Marksist literatürün sularına girmek faydalı olabilir. Zira kamuyu kamu için korumakla mesul bir kurumun, kamuya rağmen sermayeyi koruma işini ihtiva eden doğası Münevver meselesiyle bir kez daha teşhir edilmiştir. HaberTürk vakasında olduğu gibi, cinayet konusunda basını susturmaya, ötesinde tehdit etmeye kadar giden bir ‘ağalık’, ‘kabadayılık’ var ortada. Bu tutum da tüm yakıtını sosyal statüsünden ve tabii maddi servetinden almakta. Keza zanlının bunca zamandır bulunamayışı da en mantıklı açıklamasını parada, servette ve yalnızca paranın susturmaya ehliyetli olduğu yargı gibi, emniyet gibi kurumların ihmalinde, iflasında buluyor. Özel güvenlik şirketlerinin tehlikeli bir yükselişe geçip veba gibi yayılması hali hazırda büyük endişe doğururken, kamuya hizmet etmekle sorumlu kurumların da kamunun vergisiyle ‘kişi’lere paravan çeker hale gelmeleri bu endişeyi boyutlandırmaktadır. Celalettin Cerrah’ın o vahim ‘Ailesi de sahip çıksaymış’ açıklamasının altında böyle bir zihniyet yatmaktadır: “Kendinizi koruyacak olan sizlersiniz, böyle bir yetiniz yoksa özel güvenlik tutun, türlü emniyet yöntemleri geliştirin, paranoya düzeyinde bir güvenlik çemberine girin; tüm bunlara imkanlarınız el vermiyorsa da kusura bakmayın, bu emniyetin suçu değil”.
Bu tevekkülü andıran bir tavsiyedir; “Siz elinizden geleni yapın, sonrası için de polise dua edin.”
Velhasıl, sorun sınıfsal gibi görünüyor bana. Bu ‘üst başlıkları’ tartışmaya açmadan Münevver cinayetini ve Celalettin Cerrah’ın dilinde vücut bulan devlet zihniyetini teşhir etmenin, sonuca kavuşturmanın bir yolu yoktur. Şu halde olan biten şey, bir medeniyet kaybının bir başka medeniyet kaybıyla göğüslenmesi, komplonun sularına girilmesi, sivil infaz timlerine bel bağlanmasıdır; öldürülen kızlarının devlet tarafından görmezden gelinmesinin acısıyla perişan olan aileyi bir emniyet müdürünün iki dudağının arasındaki laf değil, devletin dize getirilmesi tatmin edebilir.
itüsözlük - maskeli bar taburesi
http://okyilmaz.blogspot.com
4 Mayıs 2009 Pazartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder