Öğrencisi olamadığım için kıskanç bir takipçisi olduğum Hacettepe Ünv. Felsefe Böl. Bşk. Kurtuluş Dinçer’den aldığım seminer derslerinden birinde bir ara sigara paketlerinin üzerindeki uyarılar tartışılmıştı. Kurtuluş hoca, “Sigara öldürür!” ve benzeri uyarıların biz ‘yaşayanlar’ için anlamlı olmayacağını, hiç kimsenin ‘ölüm’ü kendisine yakıştırmayacağını söylemişti. Yani sigarayı bize bıraktıracak ‘ölüm’ işaretine, aslında ölene kadar hayli uzağızdır; böyle hissederiz, buna meyilliyizdir. Kurtuluş hoca bu tip ‘uzak’ uyarılar yerine yaşamdan, gündelik pratik rutinimizden bir örnek vermenin daha doğru olacağını söylemişti: “Sigara içerseniz merdivenleri daha zor ve yavaş tırmanırsınız!” gibi. Çünkü merdiven tırmanmak her gün yaptığımız bir işti.
Spinoza ölümü yadsır: “Kederin bedeni kuşatması”. Bedeni ‘keder’ (yaşamı sağlayan sevincin zıttı) tarafından tamamıyla kuşatılmış hiç kimse olmadığı için (ve biz de bu aşamaya gelmediğimiz için) ölümün bilgisini edinemeyeceğimizi, bu yüzden ölümden bahsetmenin, yaşama dair meselelerde ölüme refere etmenin beyhudeliğinden söz etmişti. Ölüm hep dışarıda/diğerlerinde gözlediğimiz, ya anlatılar ya da direkt gözlemler sayesinde kanaat edindiğimiz bir mefhumdu ve ‘bir parça ölmeden’ getireceğimiz olası her türlü yargı sağlıksız olacaktı.
Ölümü basit bir doğal fenomen olmaktan çıkarıp insan/toplum ilişkilerinin zorunlu bir sonucu olarak gördüğümüz, yani ölümü kendi doğasından yalıtıp en alçakça ölme/öldürme vakalarını dahi meşrulaştırdığımız bir çağın insanlarıyız. Şiddetin ve şiddet sonucu ölümün çağımızda nasıl algılandığına dair korkutucu bir çalışma için siyaset felsefecisi John Keane’in Reflections On Violence adlı (Türkçeye Dost Yayınları tarafından ‘Şiddetin Uzun Yüzyılı’ başlığıyla çevrilen) kitabına bir göz atabilirsiniz. İletişim/ulaşım/bilişim teknolojilerinin, içine iki büyük dünya savaşı ve onlarca bölgesel iç savaş, kıyım, soykırım sığdıran kısacık “bir yüzyıl” içinde geldiği nokta itibarıyla dünyanın her noktasındaki şiddet sonucu bireysel/toplu ölümlerden her gün fazlasıyla haberdar oluyoruz. Irak’ta yahut Pakistan’da bir cami Cuma namazı esnasında havaya uçuruluyor ve 200 ölü gibi bir rakamla karşılaşıyoruz. İsrail ordusu Filistin’e beş yıllık aralıklarla ağır saldırılar yapıyor ve binlerce insanın evlerini terk ettiklerini, ya mermiler altında ya da yollarda perişan olup öldüklerini görüyoruz. Yepyeni bir şiddet çağının açılışını yapan ikiz kule saldırılarının ardından yangın yerine dönen Ortadoğu’da neredeyse her gün ya süregiden etnik iç savaşın ya da Amerikan uçaklarının ufak çapta bombardımanı sonucu onlarca sivilin hayatını kaybettiğini, kaybetmekte olduklarını öğreniyoruz. Daha geçtiğimiz günlerde Mardin’de 44 insan katledildi. Bu, basitçe töreyle açıklanabilecek bir katliam değildi, ne de diğerleri basit bir iç savaşla, basit bir siyasal ihtilafla açıklanabilecek katliamlardır; şiddet sonucu sivil ölümü sessiz ve ortak bir ‘olur’ almıştır. Medeniyet dediğimiz şey bunu dışlıyor değildir, bu bizzat medeniyetin kendisinde içkindir, John Keane şöyle söylüyor: “O kadar ki, acı bir ironiyle, günümüzde sivil toplumun dünya çapında çekici görünmesi durumunun (Batıya öykünmenin, O.Y.) metropolitan medeniliğin başvurduğu şiddetin piçi olduğunu söyleyebiliriz.”
Tüm bunlardan Münevver Karabulut cinayetine nasıl çıkacağım?
Şöyle; başta ölümü kendimize yakıştırmadığımızı, kendimizi ölümle ‘bir’ düşünmeye meyilli olmadığımızı söyledik; daha sonra ölümün bilgisinden “yaşıyor olmamız” hasebiyle her daim mahrum olmaya yazgılı olduğumuzu, ölümü diğerlerinde/dışarıda aradığımızı ekledik. Sonra da şiddetin, savaşın, şiddet sonucu kıyımın olağanlaştığı, her gün meydana geldiği ve bizim bunlar hakkında her gün haber alabildiğimiz, ölüm fikrinin içinde soluduğumuz bir çağı betimledik. Yani özetlersek: “Ölüm, diğerleridir.”
Şimdi böyle bir çerçeveden bakarsak, alelade bir üçüncü sınıf vakası gibi duran Münevver Karabulut cinayeti, ortalama bir televizyon izleyicisi için bu tip ölümlerin magazinel mahiyeti nedeniyle kolaylıkla görülüp ‘tüketilebilecek’ ve çok da üzerinde durulmayacak gelişigüzel bir cinayet haberidir. Zira her gün şiddet ve savaş sonucu yüzlerce insan hayatlarını kaybetmektedirler, bunları biliyoruz. Ama yapabilecek hiçbir şeyimizin olmayışı bizi bu ölümlere karşı tavır almaktan alıkoyuyordur, yani aslında bir sorumluluğumuz yoktur. Böylesi kitlesel ölümlerde yapabilecek hiçbir şeyimiz yokken, bir üçüncü sayfa cinayet haberini kovalamak hayli hayli anlamsızdır. Kaldı ki (tekrar ilk iki paragrafa gönderecek olursak) her nevi ölüm bize uzaktır; bir evde kafamızı kesip bizi çöp konteynırına atacak sevgililerimiz yoktur yahut her gün bombaların yağdığı bir coğrafyada yaşamıyoruzdur, iki uçağın girip yerle bir edeceği gökdelenlerde çalışmıyoruzdur vs… E ölenle de ölünmüyorsa, ne yapalım?
İşte bu ezber ‘yeni dünya’nın bize armağanıdır. Dünya çok kalabalık, hayat çok karışık, teknoloji baş döndürüyor, savaşlar yoğun ve kaçınılmaz, zaman çok hızlı akıp geçiyor ve bu korkunç olaylar yumağının ortasında bizi herhangi bir cinayetin tarafı yapacak denli eşkalimiz yok; miniciğiz ve yalnızca kendimizden sorumluyuz. Savaş edebiyatını konu edinen bir yazısında bu kabullenişi “I. Dünya Savaşı'nda yaralanan ve ömür boyu bir yatağın yalnızlığına terkedilen Fransız şair Joe Bousquet"den bir alıntıyla aktarıyor Ulus Baker: “Yaralarım benden önce de vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum”…
Cinayetin ve katliamın bu denli olağanlaştığı ve sessiz bir kabul gördüğü bir dünyaya direnmenin, ölümü kınamaktan ve sürekli ölüm üzerinden konuşmaktan önce gelen bir yolu var: Gidenin bıraktığı hüznü çoğaltmak. Ölen artık yoktur, çünkü ölüm bu dünyadan değil. O halde ölümün nedenini cinayet bahsinde değil, geriye kalan şeyde aramalı ve hüznü yerinde sonlandırmalıyız. Cem Garipoğlu’nu durduramazdık, Cem Garipoğlu gibi daha yüzlercesini de durduramayız. Bu cinayeti Benny’s Video filmindeki cinayete benzeten bir giri okumuştum İtüSözlük’te. Sanal şiddetle reel şiddet arasındaki açının alabildiğine daraldığı ve insanların reel vakaları sanal bir sorumluluktan öte sahiplenmedikleri üzerine fikirler işleyen yönetmen Michael Haneke’nin bir filmdir. Haneke ve ‘gündelik/nedensiz şiddet’ üzerine bir denemem için http://www.esmerbilgi.com/yazar_detay.php?id=34.
Velhasıl ölenin arkasında bıraktığı boşluğu dolduran hüzün, geriye kalan tek şeydir. Bu duygu halinin çoğalması, ortadaki adaletsizliğin kolektif bir öfkeye yakıt sağlamasından geçer inancındayım. Ölümü olumlayan ve buna kılıf uyduran “Ailesi de kızına sahip çıksaydı” sözü bu tip bir öfke imalatı için makul bir hedeftir. Burada akılda tutmamız gereken bir şey var; ölümün/cinayetin kendisinin münferit bir sebeple vuku bulduğu sürece önlenemeyecek bir doğada oluşları nedeniyle cinayeti kurcalamanın ve magazinelleştirmenin beyhude olduğunu görmeliyiz; ölüm konusunda yapılacak empatinin sınırları öyle çok geniş değildir ve açıkçası “acımız büyük” safsatası medeniyet parodisinin çirkin bir örneğidir. Bu yüzden ölümün arkasında bıraktığı hüznü, adaletsizlik düşüncesiyle karıştırıp öfkeye zerkederek muhatabımızı, yani ölümü olağanlaştıran ve ‘sivil’lerin tedbirsizliğine bağlayan egemen devlet zihniyetini yıkmaya çalışmak, aptal empati çabalarından çok daha yapısal sonuçlar verebilir.
Bu spesifik cinayet vakasına meseleyi bir üst başlığa taşımak suretiyle alınacak kolektif bir karşı-tavrın yollarını düşünmek lazım. Geriye kalan hüzünle boğulan birileri yaşıyorsa aramızda…
itüsözlük - maskeli bar taburesi
http://okyilmaz.blogspot.com
13 Mayıs 2009 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder